| Taraf Tutmak |
|
|
|
|
İki anlamda kullanılabilen tabir, günümüzde sahiplenmesi ve kullanılması adeta suç addedilmektedir. Taraf tutmama, objektif, tarafsız, yan anlam olarak yansız vs. kullanımı moda haline gelmiştir. Tabir bir anlamıyla olumsuz, sahiplenmesi mümkün değil, iki kişi arasındaki meselede haklı haksız gözetmeden birini her halükarda desteklemek. Bu fiili olabilir, haksıza yardımda bulunulur. Haksızın yanında haklıya karşı fiiliyatta bulunur, sözlü olabilir, haksızı sözle savunur, propagandası yapılır. Kalben haksızı tutmak ve ona muhabbet beslemek şeklinde tezahür eder. Diğer anlamıyla tabir olumludur ve sahiplenmesi zorunludur. Haklı haksız çatışmasında haklıdan yana tavır koymak. Bu da fiili, sözlü ve kalbî olabilir. Kalbinde zerre miktarı ilahî adalet nurunu taşıyan, haklı haksız ayırımında haklıyı tutmayı vicdani ve insani bir görev sayar. Taraf tutmamak, her zaman ve zeminde kişiliğini gizlemek anlamındadır. Hiçbir olay, fikir, inanç zıtlaşması denk haklılığa veya haksızlığa sahip olması mümkün değildir. Mutlak biri diğerine göre daha haklı veya az haksız olma durumundadır. Taraf tutmama adil davranma anlamında asla değildir. Adil olmak taraf tutmak anlamına gelir. İnsanlık tarihi boyunca hep haklı-haksız, zalim-mazlum kavgası olmuştur. Biz de insan olarak bağlı bulunduğumuz değerler sistemine göre haklı kabul ettiğimizi tutmuşuzdur. Haksızlığı aleni olana karşı çıkmak insanlık görevi, en büyük insanlık olan İslâmlık görevidir. Kimse şeytanla Hz. Adem arasındaki mücadelede şeytandan yana tavır koyamaz. Yahut tarafsızlık adına, objektiflik adına şeytanla Hz. Adem?e aynı gözle bakamaz. İmanı olan, insanlığı olan Hz. Adem'i tutmak durumundadır. Hz. İbrahim ile Nemrut arasındaki kavgada da, Hz. Musa ile Firavun arasındaki mücadelede de insan olan Peygamberleri tutar. Yani taraf tutar. Müslüman olarak tarihte de günümüzde de taraf tutmak gereğine inanmak gerektiğine en azından ben inanıyorum. Denilebilir ki bunlar apaçık olan haklılık ve haksızlıklardır. Problem hak ile haksızlık adalet ile zulmün ayırımı zor olan durumlarda, şahıslardadır. İşin esası bizim dünyaya, dünyanın dününe, bugününe ve yarınına bakışımızla alakalıdır. Bizim elimizde şaşmaz bir ölçümüz var ise ve değerlendirmeye tabi tutulan olay veya şahıs hakkında sahih bilgiye sahip isek o zaman haklı bulduğumuzu tutmak zorundayız. Sendeleme, tarafsız görünmenin bazı nedenleri vardır. Bunlar; ya haklı bulduğumuzu çok gizli ve derin haksızlıkları var veya biz öyle sanıyoruz, bunları da içinde bulunduğumuz sosyal durum ve inancımız açığa çıkmasına müsaade etmiyor. Mesele Hz. İbrahim'in mücadelesinde yerelliği ve gelenek haline gelen o zamanki batıl din anlayışına karşı çıkmanın iyi olmadığına birileri çok derinden inanıyor ve fakat bunu izhar edemiyorsa tarafsızlık (taraf tutmamak) zırhına bürünerek İbrahimî kıyamı tutmama veya taraf tutmama adına Nemrud'a hak veriyor. Yahut ırkçılığı ateşperestliği savunmaya götürüyor ve bunu da açıkça beyan edemiyorsa objektiflik adına tevhid ile ateşe tapmayı aynı görme hastalığına tutuluyor. Hz. Ömer'in Pers'in fethini içine sindiremeyen Rüstem'e hak vermek cesaretini gösteremeyenler Hz. Ömer'in başka uygulamalarını bahane ederek fethindeki olaylarda Hz. Ömer'i tutmama yanlışlığına düşüyor. Tarihi seyrinde tutmamız lâzım gelen bir sahih çizgi olduğuna inancım tamdır. Bu hem siyasi mücadele tarihinde böyledir, hem fikri tarihi seyir için de böyledir. Hem tarihte hem günümüzde tarafını tuttuğumuz siyasi seyir ve fikri oluşumlar bazı zaaflar taşıyor olabilirler. Genel adalet yanında kısmi zalimlikler yapabilirler. Asi olan ana hatlarıyla ana caddede bulunuyor olmaktır. Sonra biz tarafını tuttuklarımızın haksızlıklarını tutmak zorunda değiliz. Buna memur da değiliz. Biz'den olsa bile zulme ve haksızlığa karşıyız. Fatih Sultan Mehmed'in Bizans zulmünü ortadan kaldırmasında onun yanındayız, onun tarafını tutuyoruz. Fakat eğer doğruysa saltanatın bekası için kardeş katline girişmesinin de karşısındayız. O zaman taraf tutuyoruz demektir. Birinci taraf tutuşumuz Fatih'in yanında yer almak, ikinci taraf tutuşumuz karşısında yer almak biçiminde olacaktır. İçe dönük bir yerde yer almada toptancı olamayız, tek tek olayı ele alır ona göre tavır belirleriz. Bu hususta tarihte yer alma bir bedel gerektirmediği için taraf tutma nispeten kolaydır. Günümüze gelindiğinde işler biraz daha zorlaşır, hüküm belirtmede veya taraf olmada biraz daha temkinli davranmak zorunda kalırız. İster iseniz Cumhuriyet dönemi taraftarlığımız seyrine de kısaca değinelim... Dünya sisteminin İngiliz denetiminde olduğu demlerde Türkiye'nin şekillenmesinde ülke yararı, haklılık, adalet kavramları gündeme bile gelememişti, devlet erkânı dünyanın tüm zalimliklerine ve haksızlıklarına peşin evet diyerek idame-i hayat sürebileceğimize inanmışlardı ve o şartla Cumhuriyet idaresi tarih sahnesine çıktı. Artık Türkiye adil-zalim, haklı-haksız ayırımı yapma şansına ve imkanına sahip değildi. Her halükarda birini, dünya efendisini tutmak zorundaydı ve işin aksi tuttuğu taraf bugüne gelinceye kadar hep zalimlik yaptı, adaletsizlik yaptı. Zalimler şekil değiştirdikçe Türkiye'de onlara bakarak şekil değiştirdi. Fikrini ve siyasi seyrini bu zalim idareye endeksledi. O zalim güç hangi ülkeye taşındıysa idareyi elinde tutanlarda zihnen ve siyaseten oraya taşındılar. Führer ve Duçelerin revaçta olduğu dönemlerde Türkiye'de de milli şeflik vardı. Serbesti gündeme gelince Türkiye'de çok partili hayata geçiş oldu, Sovyetlerin dünyada ikinci ümit gibi gösterildiği yıllarda Türkiye?de de sol düşünce ümit taşıyor hale geldi, gene haklı-haksız, adil-zalim ayırımı gözardı edildi, tarafsızlık adına haklı ile haksız aynı kefeye konuldu. 1980'li yıllarda tek kutuplu dünyada "ideolojiler bitti" anlayışı yaygınlaşınca biz de nakarata katıldık ve koro halinde bu şarkıyı söylemeye başladık. Bunun adalet mi zulüm mü olduğunu soramadık, düşünemedik. Dünyaya uyacağız diye dinler, ırklar, milletler, gelenekler, bizi var eden ne varsa hepsine karşı taraf tutmama isteriğine kapıldık. Bu katılış kişinin inancına ve sosyal durumuna göre şekil aldı. Ateist ve laikler dinlere karşı hakemlik rolünü oynadılar, Yahudilik, Hristiyanlık, Müslümanlık ve tanrıtanımazlık hakkında objektif davrandılar. En iyisi dini, dini inanç ve geleneği ve hatta buna dayalı kültürü ortadan kaldırma gereğini ileri sürdüler. Dinli ve dinsiz toplumun bir arada yaşayabilmesinin zor olacağını bunun içinde din eksenli anlayışların yok olması gereğini savundular. İnanç sahibi olan, varlıkları Müslümanlarla mukayyet olanlardan bazıları; dinleri ve farklılıkları var kabul ederek kimse kimseye müdahale etmesin, herkes kendine göre yaşasın, bu hususta objektif olalım, toplumsal uzlaşı, sivil toplumculuk gibi tezlere sarıldılar. Bunun için de dini birtakım referanslar gösterdiler. Halbuki İslâm?ın adalet anlayışını savunmak ilahi ve daha insanidir. Böylesi belirsiz anlayışlar toplumsal kaos oluşturur. İnsanlar bile isteye bir yerde olsalar ve farkına vararak bir şeye bağlansalar o zaman toplumun gerçek dinamikleri de ortaya çıkar, kültür haritası da belirlenir, sosyal olayların gidiş yönü de netleşir. Biz Müslümanlar İslâm?ın adaletine inanıyor ve güveniyoruz. Dini ne daraltmaya ne de genişletmeye hakkımız olmadığına da itikad ediyoruz. Kimse Allah'tan ve Nebi?yi zişandan daha merhametli olamaz. Allah'ın koyduğu hudutlar bize de inanmayanlara da hayvanlara da tabiata da, bildiğimiz ve bilemediğimiz varlıklara da yeter. İslâm?ın adaleti tüm insanlığı içine alabilecek genişliktedir. İthal malı kavram ve düzenlemelere ihtiyacımız yoktur. Birilerinin bunda şüphesi varsa; önce bu şüphesini gidersin, sonra adil-i mutlak olan Allah'ın ipine sımsıkı hep beraber sarılalım. El verir ki Allah'ın adaletinden neyi kastettiğimizi iyi kavrayalım, indi yorumlarımızı ve anlayışımızı Allah'ın adaletinin önüne geçirmeyelim. Vesselam. (Değişim Dergisi, sayı 23, Mart 1995)
|





